Eril düzenin korkulu rüyası: Hamile bedenin temsilindeki evrim

Ünlü isimlerin hamilelik kareleri günümüz toplumuna dair birçok okumayı da beraberinde getiriyor. Bu, “gösteri” toplumunun bir getirisi mi, yoksa feminist bakış açısıyla bedenin “özgürleşmesi” mi?

Eril düzenin korkulu rüyası-Hamile bedeninin temsilindeki evrim-1.png

Fotoğraf sanatçısı Annie Leibovitz, 2009’da Berlin’de düzenlenen “Annie Leibovitz - A Photographer’s Life 1990-2005” sergisinde, Demi Moore’un hamilelik portresinin önünde. Getty Images

Eril düzenin korkulu rüyası-Hamile bedeninin temsilindeki evrim.png

Sienna Miller, Londra’daki bir davette, 2023. Getty Images

KAPAK.png

@badgalriri

  • Text Zeynep Sipahi

Bedenlerimiz dünyayı deneyimlememizi sağlayan araçlardır. En önemlisi de kamusal alan ile özel alan arasındaki sınırı temsil ederler. Ancak söz konusu kadın bedeni olduğunda işin rengi biraz daha değişiyor. Kadın bedeni neredeyse insanlığın var oluşundan bu yana, yani tarih boyunca toplumsal ve kültürel yönden farklı bakış açılarına tabi tutuldu ve tutulmaya da devam ediyor. Hele ki mevzu hamilelik olduğunda, dönem dönem gizlenip saklanması gereken, çağına göre de sergilenmesiyle büyük gurur duyulan bir beden karşımıza çıkıyor. Bu açıdan bakıldığında, feminizmin hamilelik ve hamile bedeniyle karmaşık bir ilişkisi olduğunu da söyleyebiliriz. 1960’lı yılların başlarından 1970’lerin sonuna kadar devam eden ikinci dalga feminizm, kadının bedeni üzerinde söz sahibi olmasına dair en büyük kırılımlardan birini sağladı. Kadın bedeni, cinselliği, doğurganlığı ve kadının üstlendiği ev içi roller üzerine odaklanan ikinci dalga feminizm, geleneksel cinsiyet kalıplarına dair yargıların toplum içerisinde tartışılmasına olanak tanıdı. Ancak o dönemde feministler arasında dahi, hamilelik konusuna dair farklı görüşler vardı. 1970’lerin radikal feministleri Christine Delphy ve Shulamith Firestone, anneliği kadınlara yönelik bir baskı alanı olarak görüyordu. Diğer yandan, Fransız feminizminin “kutsal üçlüsü” olarak bilinen Luce Irigaray, Julia Kristeva ve Hélène Cixous ise cinsiyetler arasındaki biyolojik farklılığa dayanan bir teori olan hamileliği ve anneliği kadın gücünün kaynağı olarak tanımlıyorlardı.

Anlayacağınız kadın bedeni ve hamilelikle ilgili bakış açıları tarih boyunca sürekli değişime uğradı. Hamilelik ve kadın bedeni antik dönemlerde genellikle mitoloji ve doğurganlık tanrıçalarıyla ilişkilendiriliyordu. Hamilelik kadınların toplum içindeki rolünü ve hatta statüsünü belirleyen bir faktördü. O dönemde kadınlar anne olmaları ve doğurganlıkları nedeniyle büyük değer görüyordu. Orta Çağ’da işin içine dini boyut girdi. Katolik Kilisesi’nin de etkisiyle hamilelik ve doğurganlık ahlaki bir değer kazandı. Cinsellik bir tabu haline geldi, diğer yandan da doğum kontrol yöntemleri büyük ölçüde yasaklandı. Kadınlar anne olmanın dini bir görev olduğuna inandırıldı. 20. yüzyılın başlarına gelindiğinde ise kadın hakları hareketleri ve cinsel devrimler sayesinde kadınlar kendi bedenleri ve doğurganlıkları üzerinde daha fazla kontrol sahibi olmaya başladı. Doğum kontrol hapları gibi yeni yöntemlerin geliştirilmesi de bu konuyu destekleme açısından önemliydi.

Giriş yapın

İçeriklerimizi okumak için giriş yapın

Hesabınız yok mu? Üye Ol